KARANLIK SULARDA – 8

TÜRBAN LANETİ

            17 Nisan 1955 yılında Muğla'nın Belenye Köyü'nde doğmuşum. İlkokul üçüncü sınıfa kadar doğduğum köyde okudum. Hayal meyal de olsa köyde yaşadığım çocukluk günlerimi hâlâ hatırlarım.

            Evimiz köy meydanındaydı. Evimizin hemen karşısında köyün tek camisi, caminin hemen yanında Tarım Kredi Kooperatifi binası ve meydanın diğer yanında da köyün en önemli kahvehanesi ve muhtarlık binası vardı. O meydanı ve Kooperatif binasını unutmam mümkün değil. Günlerden bir gün Kooperatif binasının önünde sarı bakırdan yirmi beş kuruş bulmuştum. Beş altı yaşlarındaki her çocuk gibi hedefim meydanın hemen yanındaki bakkal dükkânından şeker almaktı. Ne oldu, nasıl oldu? Tam bilemiyorum. Bildiğim ve tek hatırladığım şey büyük bir acı ve taşların üzerine düşünce kesilmiş üst dudağımdan akan kanlardı. Dudağıma dikiş atılmadığı için yıllarca iri bir şişkinliği taşıdım üst dudağımda.

            Bir gün şehre gelip giden köy Jeep'inin haricinde bir Jeep geldi köy meydanına. İçerisinden beyaz önlükler giymiş iki erkek sağlık memurunun yanında bir de hemşire indiler. Aşı için gelmişler. Çocuğunu kapan aşı için meydana geliyordu. Annem beni ve kardeşlerimi aşı olmamız için kuyruğa sokmuştu. Ben gözlerimi beyaz önlükler giymiş sağlık ekibinden bir türlü alamıyordum. Özellikle de hemşireyi inceliyordum. Kısa boylu genç bir hanım kızdı. Mevsim kış olduğu için dizlerine kadar uzanan beyaz elbisesinin üzerine lacivert bir yün hırka giymişti. En çok ilgilendiğim kısımsa saçları ve saçlarının üzerine yerleştirilmiş hemşire kepiydi. Bir; annem dahil köy kadınlarına bakıyor bir; hemşireye bakıyordum.

            Annem dahil köy kadınlarının tamamının başı çeki çemberi dediğimiz değişik bir başörtüsüyle örtülüydü. Hemşire kadınınsa kep olmasa başı nerdeyse açıktı. O gün bana bu durum çok tuhaf gelmişti: Bir kadın başında örtü olmadan köy meydanında iki sağlık memuruyla birlikte köy çocuklarına aşı yapıyordu.

            O güne kadar “kadın saçının saklanması gereken bir nesne olduğunu” düşünmüştüm hep. Bu hemşire kadın omuzlarına kadar uzanan saçlarıyla “kadın saçının o kadarda saklanması gereken bir nesne olmadığını” anlatmıştı bana. Üstelikte bu kadın başı açık haliyle köy kadınlarından daha bir hoş, daha bir güzeldi.

            1963 yılının bir yirmi dokuz Ekim günü köyümüzden Muğla şehrine göçerken aklımda kalan en önemli iki şeyden biri elimde yirmi beş kuruş bakkala giderken düşüşüm ve parçalanan üst dudağım; diğeri de bana aşı yapan uzun saçlı hemşirenin örtülü olmayan saçlarıyla gözüme daha bir hoş gelen haliydi.

            Muğla şehrinde yaşayan hanımların çoğunun başı köyde gördüğüm hemşirenin başı gibi açıktı. Annem ve anneme benzeyen pek çok hanım da yaşıyordu Muğla şehrinde. Onlar da türlü biçimlerde saçlarını örtüyorlardı.  Birlikte kimse kimsenin saçına başına karışmadan; hatta böyle bir konuyu rahatsızlık yaratabilir diye ima dahi etmeden yaşayıp gidiyorlardı.

            Yalnız Muğla şehrinde değil, okuduğum, öğretmenlik yaptığım, gezdiğim tüm şehirlerde kimse kimsenin saçına başına karışmadan yaşayıp gidiyorlardı. Türkiye coğrafyasında yaşayan tüm köy, kasaba ve şehirlerde durum böyleydi: Kimse kimsenin saçına başına karışmıyordu.

Doksanlı yılların ortalarına kadar kimsenin kimseye “Ya hanım senin saçların örtülü çıkar başındaki örtüyü” dediğini hiç hatırlamıyorum.

Ne oldu? Neden oldu? Nasıl oldu da oldu? bilemiyorum. Birileri Anadolu coğrafyasında yüz yıllardan beri kadınların açık başlarını örtmede kullanılan tüm örtüleri bir kenara atıp “türban” adını verdikleri bir örtü icat etti. Aslında türbanın diğer başörtülerinden pek farkı yoktu. Alt tarafı bez parçasıydı. İşin garibi diğer pek çok başörtüsüne göre daha sade, daha renkli, daha bol çeşitliydi. Ve hatta daha masım bir görüntüsü vardı. Veya öyle görünüyordu.

Türbanı diğer başörtülerinden ayıran özellik, türbanın siyasi bir simge haline getirilmesiydi. Aslında türbanın ve türbanı takanların pek çoğunun suçu yok. Suçlu olanlar; bir metrekarelik bez parçasından yola çıkarak türbanı bir siyasi anlayışın ve oy avcılığının aracı haline getirenlerdir.

Memleketin haline bak. Ekonomi bozulduğunda, işler pek yolunda gitmediğinde allayıp pullayıp türbanı günün mevzusu yapıyorlar. Hele seçimler yaklaşırken sömürüye en açık nesne türban.

Türban: Sanki hiç bitmeyen ve asla bitmeyecek olan iç karartıcı bir senfoni. Sanki ilahi bir gücün Anadolu topraklarına bakıp asasıyla kötülüklerini üfürdüğü, her devirde insanların kafasını karıştıran bir lanet.

           

           

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Arşivi

KARANLIK SULARDA – 9

08 Aralık 2010 Çarşamba 14:54

C.H.P.- 3

08 Aralık 2010 Çarşamba 14:53

C.H.P.- 2

08 Aralık 2010 Çarşamba 14:53

C.H.P.-1

08 Aralık 2010 Çarşamba 14:52

KARANLIK SULARDA – 8

05 Kasım 2010 Cuma 14:44

KARANLIK SULARDA – 7

01 Kasım 2010 Pazartesi 14:11

KARANLIK SULARDA – 6

01 Kasım 2010 Pazartesi 12:40

KARANLIK SULARDA – 5

25 Ekim 2010 Pazartesi 14:18

KARANLIK SULARDA – 4

22 Ekim 2010 Cuma 12:52

KARANLIK SULARDA - 3

15 Ekim 2010 Cuma 13:50