Kırmızıya Yasaklı Yıllar

KIRMIZIYA YASAKLI YILLAR

Bayramları sevmem ben.  Çocukluğumda, kendimi eksik hissettiğim ve belki de, “bayram çocuğu” olamadığım için sevmedim.  Hiç kırmızı pabuçlarım olmadı benim.  Saçlarıma kırmızı kurdele de bağlanmadı. omuzumun birinden çapraz geçirip önüme sarkıttığım kırmızı küçük çantam da olmadı. Hele bir sağa, bir sola döndüğümde kabarıp havalanan kloş etekli kırmızı elbisem hiç olmadı.  Bayramlarda kardeşlerimle beraber bana da yeni ayakkabılar, elbiseler alındı kuşkusuz.  Ama onlar bana yetmedi.  Ben, kırmızı ayakkabılarımı yastığımın altında saklamak, bayram sabahı da kırmızı elbisemi giymek istiyordum. Onun için de ne ev gezmelerine gittim, ne de komşu teyzelerin ellerini öpmeye.  Dönme dolaplara, atlıkarıncalara götürmek isterdi babam; “ııııı-ıııhh!” deyip odama kaçarken, anneannemin “Şu çocuğa ısrar etme oğlum, yüzündeki sargılardan utanıyor” dediğini duyardım.  Geri dönüp, “Hayır! Ben kırmızı elbise giymek istiyorum” diye bağırmak isterdim; ama susardım (Bugün hala, gerçek duygu ve düşüncelerimi anlatamadığımda suskun kalman, o günlerden kalma alışkanlığım olsa gerek).

Büyüdükten sonra da, hem bayram ritüellerini benimseyemedim, hem de bu sosyal olayın “görev” e dönüştürülüp baskıcı yaptırımından hoşlanmadım.  Hoşlanmadım; çünkü konu-komşunun sabah bize bayramlaşmaya gelmelerine, öğlenden sonra da annemle babamın  iade-i ziyaret olarak onlara gitmelerindeki mantıksal bağını kuramadım. Ki, hala kuramam.   Uzak ya da yakın akrabaların bir gün önce bize gelip, ertesi günü de bizim olara iade-i ziyarette bulunmamız hep anlamsız geldi bana. Yani bir gün önce görüşmüş olan insanların, bir gün sonra “Onlar bize geldi, ayıp olmasın biz de onlara gidelim” düşüncesiyle yapılan ziyaretler “Adet yerini bulsun” dan başka neydi ki?  Ya da evlatların ana babalarını ziyaret etmek veya bir armağan almak için illa da neden bayramı beklediklerine hiçbir zaman akıl erdiremedim.  Hatırlayanlar olacaktır; bir şeker mi? çikolata reklamı mı? ne vardı. Yaşlı bir karı-koca bayramda çocukları ha geldi, ha gelecek diye camda kapıda  bekliyordu. Çocukları ziyarete gelmediğinde de dünyaları yıkılmıştı.  Bana göre tam bir duygu sömürüsü reklamdı bu ve evlatlarda suçluluk hissi yaratıp, koşulları müsait olmayanları bile, büyüklerine gidip kapılarının zilini çalmaya zorluyordu. Analar-babalar, nineler-dedeler çocuklarının 365 gün arayıp sormamalarından, telefon bile etmemelerinden veya ziyaretlerine gelinmemesinden rahatsız olmazlar da, olsalar bile belli etmezler de, bayramda gelmemelerinden neden? mutsuz olurlar anlayabilmiş değilim.

Çocukluğumda bayramları sevmeyişimde kırmızıya yasaklanmamın büyük etkisi olmalı.  Anlatıla anlatıla ezberlediğim kırmızıya yasaklanmamın hikayesi ise şöyle:  Çiftlik evimize bitişik komşu çiftlikte düğün varmış.  4-5 yaşlarındaymışım.  Annem bana kırmızı, fırfırlı kloş bir elbise giydirmiş. Saçlarıma kırmızı kurdeleler bağlamış.  Simsiyah saçlarım, bembeyaz tenim ve yemyeşil gözlerim varmış.  – Yıllar sonra, çocukluğumu bilenlerden “Senin yemyeşil gözlerin vardı, nasıl oldu da elaya döndü hayret ediyorum” diyen birçok kişiyle karşılaştım.-  Öyle güzelmişim ki, bir bakan gözünü ayıramaz, kucağına alan öpmeden bırakamazmış. Düğünde kucaktan kucağa dolaşmışım.  Annem zapt edememiş, toprak piste çıkıp kendi uydurduğum figürlerle oyun falan oynamışım. “Anne çok yoruldum, hadi evimize gidelim” dediğimde, annem bakmış ki ateşler içinde yanıyormuşum.  Kucağına almış, koşarak eve getirmiş.  Babama “çocuk ateşlendi, alev alev yanıyor.  Sirkeli su hazırlayalım” demiş.  Babam bir bana bakmış, bir de üzerimdeki kırmızı elbiseye. “Yaktın hanım çocuğun başını yaktın!!  Kaç kere kırmızı giydirme dedim bu çocuğa. Olacağı buydu işte” demiş ve üzerimdeki kırmızı elbiseyi çıkarıp salonun ortasındaki kuzine sobaya atıp yakmış. O andan itibaren de kırmızıya yasaklanmışım.

O gece ve daha sonraki günlerde şu anda hala izlerini taşıdığım yüzümde ve boynumda cevizden büyük şişlikler olmuş. Bunlar çok kısa sürede büyümüş, önce kızarmış, sonrada uç verip iltihap akmaya başlamış. Tam 5 sene, evet düğün gecesinden sonra tam beş sene, dünya kazan olmuş ailem kepçe. Derdime derman aramışlar.  Halk arasında kimisi “Göz değdi, nazara geldi” demiş, kimisi hastalığın adı “köstebektir” diye tutturmuş.  Tıp Doktorları ise  “Lenf adenit” olmasından şüpheleniyorlarmış.  Çaresizliğin insanlara neler yaptırabileceğine örnekmiş annemle babam.  Köstebek eti iyi gelir denildiği için, karıncayı incitmeyen, tavuk bile kesemeyen babamın, bahçede 3 gün üç gece hiç kıpırdamadan bir köstebek yuvasının başında beklediğini ve köstebeği öldürüp etini pişirip bana yedirdiğini anlatırlar.  “Eskişehir'in '……..'  Yerinden toprak alıp boynuna sararsanız iyileşir” denildiği için, hurafelere inanmayan annemin, beni Eskişehir'e götürdüğünü, orada bir hocaya okuttuğunu ve toprak alıp iki tülbent arasına koyup boynuma sardığını hayal meyal hatırlıyorum. Bir yandan da doktorların kontrolü ve ilaç tedavisine devam ediliyordu.  Her hafta Adapazarı'ndaki doktora, 15 günde bir de İstanbul'daki doktora kontrole götürüyorlardı.  Ve sürekli ilaçlarımı değiştirip, yeni yeni ilaçlar, farklı merhemler  veriyorlardı.  Annem yaralarımı sabah akşam pansuman eder, merhemleri üzerine sürer ve gaz bezler düşmesin diye de bir tülbenti çenemin altından geçirip başımın üstünde kurdele gibi bağlardı.  Bugün, beni kobay olarak kullandıklarını ve ilaçları üzerimde denediklerini düşünüyorum.  5. yılın sonunda hastalığı yenmeyi başarmışlar ve yaralar tek tek kurumaya başlamış. Sağ yanağımdaki yara,  6. hatta 7. yıla kadar dirense de, sonunda onu da kurutmayı başarmışlar. Çok seneler sonra öğreniyorum ki, 5 – 7 yıl içinde doktor ve ilaçlara para yetiştirmek için ailem de maddi olarak kuruyor.  30 dönümlük çiftliği ve bugün “Market” denilen işyerlerini beni kurtarmak için sattıklarını öğrendiğimde, “Keşke, ahh! Keşke düğün gecesi ölseydim de aileme bu kadar acı çektirmeseydim” diye ağlayıp kahrolmuştum.

Evleneceğim güne kadar hiç kırmızı giysim olmadı.  Balayına çıkarken kayınvalidem “Gemi hareket edinceye kadar bu kutuyu lütfen açma”  diyerek dikdörtgen zarif bir kutu verdi. Meraktan çatladım; ama söz dinleyip açmadım.  Gemide paketi açtığımda, içinde harika kırmızı bir elbise olduğunu gördüm. Yok, elbise değil çok şık uzun bir tuvaletti bu.  Gözlerime inanamadım.  Sevdalının, yıllarca hasretiyle yanıp tutuştuğu sevgilisine kavuşması gibi kollarımın arasına alıp sarıldım elbiseye. İncitmekten korkar gibi okşadım. Tam o anda, kutunun içindeki el yazısıyla yazılmış kart dikkatimi çekti.  “Genç kadın, balayın bayram şekeri tadında ve bayram coşkusuyla geçsin.  Annen” yazıyordu kartta.  Gece balo salonuna girdiğimde, dünyanın en güzel kırmızı tuvaletli gelini ve en mutlu kadınıydım.

Şeker Bayramınız, şeker tadında ve sevdiğiniz renkte geçsin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Arşivi

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE

21 Ekim 2009 Çarşamba 20:33

SADAKAT – İHANET (2)

13 Ekim 2009 Salı 21:42

Ruhum üşüyor

05 Ekim 2009 Pazartesi 19:27

SADAKAT – İHANET (1)

30 Eylül 2009 Çarşamba 18:48

GÜÇLÜ ORDU GÜÇLÜ TÜRKİYE

30 Ağustos 2009 Pazar 15:53

O G E C E

18 Ağustos 2009 Salı 20:45

MANTIK İÇERİ AŞK DIŞARI

18 Ağustos 2009 Salı 17:14

CAN YÜCEL’İN ANISINA

15 Ağustos 2009 Cumartesi 21:34

İ S K E L E

16 Temmuz 2009 Perşembe 14:59