Yetmiş beş yaşına basmışım! Düşümde görsem inanmazdım. Ama birkaç yıldır metroya, otobüse bindiğimde yalnız gençlerin değil, orta yaşlıların bile yerlerinden fırlayıp “Buyur amca” diye yer vermelerinden anlamalıydım. Nerdeyse haftada bir bu yaşın üstünde, hatta biraz altında olanladan birinin öldüğünü duyunca durumun farkına varmalıydım.
Ama beynimi ve yüreğimi hiç terk etmemiş o hoppa çocuk bunu engelliyordu. Cahit Sıtkı Tarancı'nın daha yolun yarısında iken hissettiklerini, ateşin yaktığını, taşın sert olduğunu yetmiş beş yaşında hissetmek gene de hayatın verdiği bir şans olarak düşünmek gerekir.
Yıllar ne kadar da çabuk geçmiş! İkinci Dünya Savaşı biteli şurada ne kadar oldu ki? O savaşın son yılında, 1944'ün sıcak bir yaz gününde, köylülerin yalınayak gezdiği, çok çok çarık giydiği bir köy ortamında ömrünün yarısı gurbette geçen taşçı ustası bir babanın ve bütün köylü kadınları gibi çilekeş bir ananın dokuz çocuğundan beşincisi olarak dünyaya gözümü açtığımdan beri yetmiş beş yıl geçmiş öyle mi?
Amcam ve babam 49, beyaz sakalından ötürü bize çok yaşlı görünen dedem 63, ağabeyim 66 yaşında öldü. Ailede en uzun yaşayan erkek ben mi oluyorum?
Babamın ulaştığı yaştan sonraki her yılı fazlalık ve nimet saydım. Ama şu fani dünyada daha yiyeceğimiz, içeceğimiz, duyacağımız ve göreceğimiz varmış! Duyup da sevineceğimiz, görüp de kahrolacağımız şeyler varmış!
Köyümün büklerinde hayvanlarımızı güderken, fındık bahçelerinde elimde bir kıdıkla başak yaparken, elimde bir odun ve cüzle her sabah mamalle mektebinin yolunu tutarken, dokuz yaşımda bir defter ve bir kurşun kalemle ilkokula yazdırdıklarında, öğretmen okulunda bir yandan köy özlemi çekip diğer yandan atanacağım köyü kurtarma ülküsüyle yanıp tutuşurken bu kadar yaşayacağımı ve başıma türlü çeşitli işler geleceğini nerden bilirdim?
Sayılarla, oranlarla konuşmak iyidir. Bu yetmişbeş yılımı nelere harcadım? Toplam kaç yıl uyumuş oldum? Kaç yılım okul sıralarında, kaçı her sabah heyecanla girdiğim sınıflarda ders verirken geçti? Öğrencilerimin yazılı kâğıtlarını ve ödevlerini okumak ve hatalarını tek tek işaretlemeye kaç yılım gitti? Kaç yıl bu zevkten yoksun bırakıldım? Kaç yılımı demir parmaklıklar arkasında, fakat emekçi halkın gelecek günlerine umut besleyerek geçirdim?
Toplantılarda geçen zamanımı toplasam kaç yılı bulur? Yolculuklarımı uc uca eklersem ne kadar zaman tutar? Yazı makinası ve klavye başında geçirdiğim zamanı, birbirinden güzel kitapları okumak için harcadığım zamanı hesap edebilir miyim? Ne kadar güzel insanla karşılaştım ve onlardan iyilik, dostluk gördüm, sayısını çıkarabilir miyim?
İşte dövüşe vuruşa, yaza okuya, zamanla yarış ederek fırtınalı bir ömrün sonbaharına gelmişim. Yetmiş beş yaş, hayatın Ekim sonu, Kasım başları mı desem, Aralık ayının yarısı mı desem, ben de bilmiyorum, kimse de bilmiyor. Ne olur ne olmaz, dilimiz dolaşmaya başlamadan, elimiz kalem tutarken vasiyetimi yazmalıyım. Beni toprak ananın koynuna saklayacakları zaman yapacağım konuşmayı yazmalı ve banda almalıyım.
Derler ya, dünyaya yeniden gelseydin, ne olmak isterdin? Aynı ana babanın çocuğu, aynı ailenin bireyi, aynı köyün ve aynı milletin mensubu olmak isterdim. Gene öğretmen olmak, ders verirken duyduğum mutlulukları yeniden yaşamak isterdim. Gönderecekleri sürgünlere gene gülerek giderdim. Savcılardan ve yargıçlardan gene af dilemez, düşündüklerimi, inandıklarımı eğip bükmeden gene söylerdim.
Her yıl, dürüst bir bir muhasebeci gibi kendi kendine hesap veren bir kişi için yetmiş beş yaşına ulaştığında ömrünün muhasebesini yapma zamanıdır.
Böyle yaşamış olmaktan pişman değilim. Çocuklarımız için, emeğiyle yaşayan halkımız için daha fazlasını yapacak imkânlarım yoktu. Onlardan gördüğüm sevgi ve şefkatten doymuş bulunuyorum. Kimseden bir alacağım yok. Aksine elimden gelseydi, yurduma, insanlarımıza karşı olan borcumu azaltmak isterdim.
Bana Ağrı Dağı kadar yüksek bir kürsü verseler ve önüme sesi dünyanın her tarafından duyulan bir mikrofon kursalardı, şu mütevazı yazılarımda tekrarlayıp durmakta olduğum şeyleri haykırırdım:
Savaşları durdurun! Açgözlülüğü bırakın! Ezen ve ezilenin olmadığı kardeşçe bir sistem kurun! Doğanın sofrası hepinizi doyuracak kadar cömerttir. Sınıfları ortadan kaldırın ve (50 yıl önce bir 23 Nisan konuşmasında hükümet konağı önünde bütün okulların çocuklarına ve öğretmenlere seslendiğim gibi) o sofraya birlikte oturmanın yollarını arayın.Cehaleti yok edin. Bilimin ığığı bütün beyinleri aydınlatsın.
Bugün Balkanlarda dolaşıp durmakta olan felsefe doktoru küçük oğlumu Işık'ın daveti üzerine ailece Makedonya'ya sekiz gün sürecek bir geziye gidiyoruz. Görüp işittiklerimi sizden esirmeyeceğimi bilirsiniz.