Okullar açılıyor. Okula yeni başlayanlar için unutamayacakları bir gün olacak. Büyük bir bina, çocuklarla dolu sınıf denen odalar. Başlarında öğretmen denen bir kadın veya adam.
Burada anne ve babasının, dede veya ninesinin el bebek gül bebek çocuğu değil. İstediğini parmak kaldırarak bildirecek. Sırasına razı olacak. Toplu yaşamaya alışacak. Sevgi ve şefkati de bölüşmeyi öğrenecek. Toplumsallaşmaya ilk esaslı adım.
Bilmem itiraz eden olur mu, desem ki: Çocuğunuz işte komün hayatına başladı. Okul komünü toplu yaşamanın bir sonucu ve zorunluluğudur. Zengin ve yoksulun ayrılmadığı, kalem, kitap ve çantadan başka özel mülkiyetin bulunmadığı, hak eşitliğinin geçerli olduğu bir yaşam. Okul herkesin, öğretmen herkesin, bilgi herkesin…
İlkokula başladığı günü hatırlamayanlar var mıdır?
65 YIL ÖNCEYDİ
Bundan 66 yıl önceydi. 1953 yılının mısırların biçildiği, elmaların derildiği, kokulu Karadeniz üzümün salkımlarının ağaçlarda sallandığı bir güz gününde beni köyümüze 15 kilometre uzaklıktaki Kumru bucağına orada sergi açmaya giden bir yakınımla gönderdiler. Aşağı Fizme köyünde oturan, halamlın kocası Fahri Enişteye teslim ettiler. O bana bir kurşunkalemle sarı yapraklı bir defter aldı ve altından su bendi geçen tek katlı Kumru İlkokulunda müdür Burhan Mutlu’ya götürdü. Ben nüfustaki adımın Zeki olduğunu ilk orada 144 numara ile kaydolurken öğrendim. Köydeki adım Ali idi. Anam, bana Birinci Dünya Savaşı yıllarında hastalıktan ölen babasının adını vermiş, babam ise nüfusa Zeki diye yazdırmış. İlkokulu bitirdiğim yıla kadar soyadımız da nüfus memurunun yaptığı bir azizlik sonucu Zengin’di.
Sonra Müdür beni birinci sınıfın kapısından içeri bıraktı…
25-30 çocuğun bulunduğu sınıfın ön sıralarından birine oturdum. Duvarda cumhuriyet bayramı ile ilgili birkaç cümlenin bulunduğu bir levha vardı. “Bunu defterine aynen yaz” dediler. Demek ki, okul açılalı epey olmuş, Cumhuriyet Bayramı gelmişti. Bir iki ay daha hayvan gütmem için beni okula geç yazdırmışlardı. Dokuz yaşındaydım ve zaten iki yıl geç olarak okula başlıyordum. O yılın baharında babam ölmüştü.
Ama köylülerimiz de geleceğimiz için okumanın önemli olduğunu anlamışlardı. Köyler kapalı ekonomiden çıkıyor, pazarla bütünleşmeye başlıyordu. Tarım ve hayvancılık bu nüfusu besleyemezdi. Ne var ki köyümüzde okul yoktu! Komşu köylerde de. Köy Enstitüsü atılımı henüz bizim oralara ulaşmamıştı. Çocuklarını okutmak isteyen aileler için benimki gibi başka köy ve kasabalarda okulu bulunan yerlerdeki aileler imdada koşuyordu. Ağabeyim de o yılın baharında, eniştemin oğlu ile birlikte bu Kumru ilkokulunu bitirmişti.
YAMALI BİR SİYAH OKUL ÖNLÜĞÜ
Eniştemin oğlu İsmet ağabeyin siyah okul önlüğünü tamir ederek bana giydirdiler. Ön tarafında soluk bir yamayı çok iyi hatırlıyorum. Bugünkü aklım yoktu ki, onu koruyayım ve aile müzesinde sergileyeyim.
Ben, duvardaki yazıyı kolaylıkla okudum ve sözcüklere bakmadan da defterime yazdım. Yanımdaki çocuklar buna şaştılar. Ben, köyümüzdeki bütün çocuklar gibi her halde altı yaşından başlayarak mahalle mektebine gitmiş, Kur’an okumayı, duaları öğrenmiş olduğum gibi bu okulda haftada bir gün verilen dersle Türkçe okuma yazmayı ve çarpım tablosunu da öğrenmiştim.
ELMAS ÖĞRETMEN
O akşam Karapınar’a eniştemle birlikte gittim. Ertesi günden başlayarak bu bir saatlik yolu halamın içine bir parça mısır ekmeği, yanına biraz peynir veya ceviz koyduğu siyah bir bez çanta ile gidip gelmeye başladım. Karapınar’dan aşağı bir kuş gibi koşar, dereye indikten sonra biraz yokuş çıkar, sonra biçilmiş mısır tarlaları arasından Elmas Mutlu öğretmenime koşardım. Onun Beşikdüzü Köy Enstitüsünden birkaç yıl önce mezun olduğunu yıllar sonra kızı İlknur Mutlu’dan öğrenecek ve bir fotoğrafını isteyecektim.
Halamların evi de kalabalıktı. Eniştem Fahri Efendi, Aşağı Fizme köyünün Tek Parti döneminden kalma dirayetli bir temsilcisi olmakla birlikte zengin değildi. Sofrada birer parça mısır ekmeğini ellerimize verir, bununla idare etmemiz istenirdi. Gerçi halam kardeş kokusu aldığı bu yetim çocuğa gerekli ihtimamı gösteriyor “Sen doymamışsındır” diyerek diğer çocuklardan gizli olarak soğukluk (ekmek doğranmış ayran) yedirirdi. Buna rağmen köyüm gözümde tütüyordu. Fizme’nin yükseklerine çıktığımda kendi köyümün tepelerine hasretle bakardım. İlk karne tatilinde köyüme geldiğimde dünyalar benim olmuştu ve “Ben artık gitmeyeceğim” diye tutturmuştum. Anam tatil sonunda okula dönmem için az dil dökmedi.
Benim çağdaşım olanların kim bilir böyle ne hikâyeleri vardır.
Şimdi ne zaman ve kimden “Ah ah! Eskiden hayat ne kadar da güzeldi!” sözlerini duysam köy çocuklarının ve tabii köylülerin çektiği böyle sıkıntıları hatırlar, “Demeyin yahu, biraz gerçekçi olun” derim. Bir de ailelerinden bu yaşlarda koparılıp başka ailelerin yanında veya yatılı okullarda öğrenim gören çocukların çektiği aile hasretini hatırlarım.
Yeni öğretim yılında çocuklarımıza, gençlerimize ve onların öğretmenlerine başarılar dilerim.