• BIST 8876.22
  • Altın 2928.215
  • Dolar 34.2375
  • Euro 37.4474
  • Muğla 13 °C
  • İzmir 21 °C
  • Aydın 20 °C
  • İstanbul 21 °C
  • Ankara 11 °C

ATATÜRK İSTESE SULTAN OLABİLİR MİYDİ?

Zeki SARIHAN

Mustafa Kemal Atatürk’ün Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişi olarak Samsun’a gelişinin 101. yılı nedeniyle Atatürk edebiyatına yeni kitaplar ve makaleler ekleniyor.

 

Bu vesile ile o dönemin koşullarını hiç hesaba katmayan yorumlarla da karşılaşıyoruz.

 

Son olarak Sözcü gazetesinin 17 Mayıs 2020 tarihli sayısında Uğur Dündar’ın yazısındaki görüşe dikkat çekmek istiyorum. Amerikalı Sean McMeekin adlı bir profesör, “Osmanlı’da Son Fasıl” adlı bir kitap yazmış. Dr. Berna Bridge, yazarla kitap hakkında bir görüşme yapmış. McMeekin, Atatürk’ün “1922’deki askerî prestijini kullanarak sultan olmayı istemek yerine, anayasal bir Türkiye Cumhuriyeti versiyonunu öne sürmesi beni çok etkiledi” diyor. Sayın Dündar, yazarın bu cümlesini başlığa taşımış.

 

Atatürk’ün Türkiye’ye padişah olabileceğini, fakat bu yola gitmeyişini bir övgü olarak dile getiren görüşler yeni değildir.


Bu görüşler, tarihi ve maddi gerçeklerin dışındadır.

 

SULTANLAR DÖNEMİ SONA ERMİŞTİ

 

Kurtuluş Savaşı yıllarımızın en önemli gerçeklerinden biri, Birinci Dünya Savaşıyla şahlar, padişahlar, sultanlar devrinin sona ermiş olmasıdır. Büyük Savaş, sebep olduğu büyük yıkımlar yanında ve bu yıkımlara da tepki olarak bütün milletlerin ayağa kalkmasına neden oldu. Daha bu savaşın ayak sesleri duyulurken 1911’de tarihî Çin İmparatorluğu yıkılmış ve yerine Çin Cumhuriyeti kurulmuştu. Savaş sırasında Rus Çarı tahtını kaybetmiş, yerini Sovyet Cumhuriyeti almıştı. Savaşın bitmesiyle Alman, Avusturya-Macaristan imparatorlukları da tarihe karışmış, yerlerini Alman, Avusturya ve Macaristan Cumhuriyetlerine bırakmıştı.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın da içinde bulunduğu Osmanlı aydınları, bu memnunluk verici gelişmelerden elbette haberdardılar. Bir bağımsızlık savaşı olan Millî Mücadele, işgalcileri yurttan kovmayı planlar ve bunun için uğraşırken, istilacılara teslim olmuş bir sultanlığı da hedef aldı. Kuruluş Savaşı’nın Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi, Türkiye Büyük Millet Meclisi aşamaları, bir cumhuriyet rejimine gidişin taşlarını döşemiştir. Bu dönemin en bilinen sloganı “Hâkimiyeti milliye” veya “Millî iradeyi hâkim kılmak”tır. Mustafa Kemal Paşa bu gidişi görmekle ve ona göre adım atmakla kalmadı, onun başlıca savunucusu oldu. Yani Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet ilan etmekten başka bir stratejiyi savunamazdı. Aksi halde Millî Mücadele sırasında onu desteklemiş olanlar çevresini boşaltır, hatta ona cephe alırdı. Onun Sakarya Savaşı günlerinde başkomutan olarak Meclisten savaşla ilgili yasa çıkarma yetkisi alması bile hararetli tartışmalara neden olmuş ve bu yetkileri geçici olarak alabilmiştir.

 

TÜRKİYE MUTLAKİYETE 1908’DE SON VERMİŞTİ

 

Öte yandan, Mütareke döneminde Türkiye bir mutlakıyet rejimi altında değildi. Mutlakıyet, 1908 İkinci Meşrutiyetin ilanıyla sona ermiş, yerini İngiltere'deki ve başka bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi anayasal bir monarşi almıştı. Gerçek iktidar padişahta değil, Meclis hükümetindeydi. Gerçi İttihat ve Terakki yönetimi, Meclis hükümetinin üzerinde bir “Merkez-i Umumi” diktatörlüğü kurdu ama tam da bu yüzden aydınların gözünden düştü.

 

Durum bu iken, İstanbul’da olsun, Anadolu’da olsun, Kurtuluş Savaşı sırasında olduğu gibi savaştan sonra da tek yetkili bir sultana tahammül edilemezdi. Bu sıfatı üstlenmek isteyen kişinin bir itibarı da olamazdı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 16 Mart 1920’den sonra İstanbul Hükümetlerinin çıkardığı bütün yasaları ve kararları geçersiz saymış, 1 Kasım 1922’de de İstanbul’da bile hükmü geçmeyen padişahlık rejimini resmen kaldırmıştı. 23 Nisan gibi 1 Kasım’ı da bayram günü ilan etmişti. Türkiye o zamana kadar yaşamadığı fiili bir cumhuriyete geçmiş bulunuyordu.

 

ATATÜRK’ÜN SULTAN OLMAYA DA İHTİYACI YOKTU

 

Atatürk’ün 1922’deki prestijine dayanarak cumhurbaşkanı olmak yerine sultan olmayı isteyebileceği, o dönemin koşullarına ve aydınların eğilimlerine tamamen aykırıdır. Eğer Türkiye anayasal bir monarşide “padişah” veya “sultan” sıfatı taşıyan bir yetkiliye sahip olmayı seçseydi, bu yetkilinin devletin başında sembolik olarak tutulacağı apaçıktır.

 

Öte yandan, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sonrası tercih ettiği ve uyguladığı parlamenter sistemin üzerinde de durmaya değer. “Atatürk Dönemi” diye adlandırılan 1923-1938 yılları arasında 15 yıl Cumhurbaşkanlığı yapan Atatürk’ün, yeni Türkiye’ye yön vermek ve onun kurumlarını değiştirmek, Tanzimat’la başlayan modernleşme akımlarına hız vermek için “Sultan” veya “padişah” unvanına da ihtiyacı yoktu. O zaten Türkiye’nin tek yetkili kişisi oldu. Muhaliflerini saf dışı etti. Kimse onun otoritesine açıkça karşı çıkacak durumda değildi. Bugün bile birçok siyasetçi ve tarihçi, onun Meclisin üstündeki rolünü yerinde görüyor. Öyle olmasaydı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulamayacağını düşünüyor. Atatürk de 1927’deki Nutkunda, 1925’te yürürlüğe konulan Takriri Sükûn’un yani muhalefetin susturulmasının kendisine nasıl yardımcı olduğunu anlatmıştır.

 

PROJESİNİ CUMHURBAŞKANI SIFATIYLA GERÇEKLEŞTİRDİ

 

Atatürk de “Benim isteyip de yapamayacağım bir şey yoktur” sözüyle bu olağanüstü konumunu dile getirmiştir. Gerçi her istediğini yapması mümkün değildi. Hiçbir iktidar gücü, toplumsal yapıyı, kültürü kökten değiştiremez. Muhtemelen o, istediklerini gerçekleştirdiği kanısındaydı. Onu bu düşünceye götüren, başında bulunduğu ve çerçevesini çizdiği rejimi sonsuza kadar sürdürecek bir devlet kurduğuna olan inancıydı. Rejimin korunmasını bir vasiyet olarak 1927’deki Nutkunda gençlerden istediyse de rejimi ayakta tutacak olan ordu ve bürokrasiydi.

Ama onun ölümünden hemen sonra değilse de 1945’te biten İkinci Dünya Savaşından sonraki gelişmeler, Tek Parti ve şeflik sistemini bozdu. Gerek hâkim sınıflar, gerekirse emekçilerle hâkim sınıflar arasında alttan alta sürmekte olan sınıf mücadelesi siyasi platforma çıktı.

 

Atatürk’ün Kurtuluş Savaşında değilse de Cumhuriyet döneminde taşıdığı yetkiler, İkinci Abdülhamit’ten sonra hiçbir padişahta olmamıştır. Kendini böyle yetkilerle donatmış bir kişinin “Cumhurbaşkanlığı” gibi çağdaş bir kavramla değil “Sultanlık” gibi lanetlenmiş ve tarihin çöplüğüne atılmış bir kavramla özenmesi zaten beklenemezdi.

 

GEÇMİŞİ ANLAMADA YÜZEYSELLİK

 

Türkiye’nin toplumsal yapısı, dinamikleri ve tarihi Amerika’dan iyi okunamayabilir. Fakat bunun Türkiye’de de çoğu aydın tarafından doğru okunmadığı anlaşılıyor. Nedeni, hem kitlelerin mücadelesini görmemek, hem de bu mücadeleye kulak asmamak gibi bir düşünce kısırlığı içinde debelenmekte oluşumuzdur.

 

Milletleri ancak ister sultan, ister cumhurbaşkanı veya başkan sıfatını taşısın, olağanüstü yetkilere sahip bir dâhinin kurtaracağına olan inanç, bugün de sürüyor. Bazıları bunu Atatürk üzerinden, bazıları ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin başında olan tek yetkili kurtarıcı ve tanzim edici kişi üzerinden yapıyor.

 

Sonuç olarak: Atatürk’ün kendini sultan ilan etmemesi millete bir lütuf değildir. Bu ona saygınlık kazandırmazdı. Ancak mutlak sultanların kullanabileceği yetkileri, Cumhurbaşkanlığı sıfatı ile kullanmıştır. 1923’ten sonra onu Meclis Cumhurbaşkanlığına seçmiş görünmektedir. Doğrusu ise mebusları tek tek onun seçtiğidir.

 

Dün dünde kaldı! Bugünkü ihtiyacımız, sultanlık yetkileriyle donatılmış tek adam rejiminden bir an önce kurtularak halkın demokrasi ihtiyacını karşılayacak bir sisteme kavuşmaktır. (20 Mayıs 2020 Independent Türkçe, güncellenerek.)

Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2003 | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0252 412 2141