Zamanı Tersine Yaşamak

.

 

Hayallerimizin önüne görünmez duvarlar örmezsek gerçekleşiyor. Şaka yapmıyorum; çok denedim.  Siz de deneyin!.  Hani “insanın yapabilecekleri düşlediği kadardır” derler ya; öyle bir şeyden söz ediyorum.  Mesela, bir araba, bir yazlık almayı, ya da bir tatile çıkmanın hayalini kurarız.  Sonra da, “oooo nerede o evi / arabayı alacak para? Deriz.  Veya “Tatil yapacak ne zaman var ne de para.  Hadi bunları bulduk diyelim ya çoluk-çocuk,  işler ne olacak?  Ben olmazsam işler aksar, müşteriler çaresiz kalır” diye düşünürüz.  İşte bu olumsuz hayaller, (sonuçta bunlar da hayaldir; çünkü olup-olmayacağı belli değildir)  hayallerimizin üzerini örter ve filizlenmesine bile izin vermez. Ve biz, hayallerimizin kanadına tutunup uçamayız.

Şimdi “Bunlar da hayal mi? Bizim hayallerimize, senin hayal gücün bile erişemez” falan demeyin.  Amacım burada hayalleri yarıştırmak değil; demek istediğim, neyi düşünebiliyor ve yapabileceğimize inanıyorsak o kadar varız.  Çünkü biz neye hazırsak, o da bize hazır oluyor yaşamımızda.

Son günlerde demokrasi adına yapılan faşistliklerden, ”Ergenekon” masalından,  “Açılım” saçmalıklarından, seslerini-müziklerini beğendiğim sanatçıların riyakarlıklarından, “Atatürk” ten geçinen Atatürkçülerden, kendi geleceklerini kurtarmaya çalışan Vatan Kurtarıcılarından, cinayetlerden, tecavüzcülerden, minicik bebelerin ırzına geçen yaratıklardan, çıkarı için doğayı, hayvanları katledenlerden, halk adına hak için mecliste olanların beyinlerini çalıştıracaklarına yumruklarını çalıştırmalarından, küfürleşmelerinden, ses ve görüntü kirliliğinden, vb.. bunaldım. Sanki görünmeyen bir el boğazımı sıkmaya başladı.  3-5 günlüğüne de olsa kaçıp, ıssız bir mağarada her şeyden uzak yaşamanın hayalini kurmaya başlamıştım ki cebim çaldı. Ankara'dan uzunca bir süredir görüşmediğim çok eski bir dostumdu arayan. Telefondaki ses:  “Seni çok özledim.  Yarın Göreme, Uçhisar'a gidiyorum.  Sen de gel; hem hasret giderelim, hem de beynimizi dinlendirelim” diyordu. Kalakaldım!  Yapılan teklifin tam da ihtiyaç duyduğum yer olması şaşkınlığımı artırmıştı.  Daha önce birkaç kez Kapadokya'ya gittiğim için gözümün önünden yeraltı şehirleri, mağaralar geçmeye başlamıştı bile. Sessizliğim karşısında arkadaşım “Orada mısın?” dedi. “Evet” dedim. “İtiraz etmediğine göre geliyorsun demektir; Göreme'ye gelince beni ara; gelip seni alırım” dedi. Tam olarak nereye gideceğimizi, nerede konaklayacağımızı bile sormadan “Tamam; ararım” dedim.  Bir ayağı Ankara'da, bir ayağı İstanbul'da olan arkadaşımın, Uçhisar'daki “Taşkonaklar” butik otelin koordinatörlüğünü de yaptığını oraya gidince öğrendim.

13 saatlik bir yolculuktan sonra, Taşkonaklar'ın büyülü atmosferine girince, kendimi boyut değiştirmiş gibi hissettim.  Uçhisar Kapadokya'nın en yüksek yeriymiş.  Aynı zamanda görsel bir şölen olan Erciyes dağı, Peri bacaları ve özellikle Güvercinlik Vadisinin, panoramik olarak en güzel seyredileceği en uç noktasıymış.  Taşkonaklar da bu tepedeki yeraltı şehirlerinden birinin yer üstüne çıkarılmış haliymiş.

Taşkonaklar Butik Hotel

Aslında fotoğraflara bakarak anlaşılabilecek bir yer değil Taşkonaklar.  Mistik havasının koklanması, dokunarak yaşanması ve asırlar önceki mağara odalarında, tarihin kalp atışlarının dinlenmesi gereken bir mekan. Benim gibi dijital uyarıcıların sesi ile uyanmaya alışık biri için, kuş cıvıltıları ile uyanmak ve yemyeşil çimlerin üzerinde güneşin ilk ışıkları ile gökyüzündeki yüzlerce balonu seyrederken ilk kahveyi yudumlamak farklı bir güne başlama deneyimi oldu.  Gerçeği söylemek gerekirse bulunduğum ortamdaki pek çok şey,  benim için ilk ve normalüstüydü.  Mesela çay içerken tabağımdaki kurabiyeden almaya gelen kuşlara alışık değildim. Bir ekmek, kurabiye ya da peynir parçasını avucunuza koyup onlara uzatmanızı bekliyor buradaki kuşlar.  İnsanlardan gelebilecek kötülük korkusu daha oluşmamış yüreklerinde.  Keza, günbatımında gök yüzünde  süzülerek daireler çizen kartın, pike yapıp Güvercinlik Vadisinden bir güvercin kapıp havalanmasını da çıplak gözle ilk kez gördüm.  Her an şaşıracağım yeni bir şeyle karşılaşabileceğim düşüncesi heyecanlandırıyordu beni.

Yüzyıllar önce insanların kazarak, oyarak oluşturduğu ve sonra terk ettiği yer altı şehirleri, sanki yeryüzüne çıkarılıp yeniden yaşanabilir mekanlara dönüştürülmüş. Taşkonaklar'da odalar birbirlerine koridorlar, tüneller ve merdivenlerle bağlanmış.  Hiçbir oda diğerinin aynı değil.  Her odada ayrı bir dekor ve ayrı bir konfor buluyorsunuz.  Öylesine titiz ve öylesine orijinaline sadık kalınarak restorasyon yapılmış ki, yer altı mağaralarındaki kapıların, pencerelerin, ocakların yerleri, hatta yatak odasına dönüştürülen mağara odasındaki tandır çukuru bile aynen muhafaza edilmiş.  Yaşanmışlığın izlerini taşıyan mekanın, yine yaşanmışlığın izlerini ve ruhunu hissettiren özel seçilmiş antika eşyalarla dekore edilmiş olması, atmosfere ayrı bir görsel lezzet katmış.

Oraya kadar gidip de balonla uçmamak, sanki Kapadokya'nın olmazsa olmazlarından.  Özellikle yabancı turistler çok ilgi gösteriyorlar.  Sonunda her sabah gök yüzünde süzülerek dolaşan rengarenk balonları uzaktan seyretmek yetmedi bana da. Bu benim eksikliğim ya da fazlam.  Seyrederek anlayamıyorum. İllaki içinde olduğumda hissediyorum yaşadığımı. Bu yüzden uçmaya karar verdim.   Havanın sıcaklık durumuna göre her balon günde en çok iki uçuş yapabiliyormuş. İlk uçuş dolu olduğu için ikinci uçuş için yerimi ayırttım. Günün ilk ışıkları ile servis almaya geldi.  Uçuş pistine geldiğimizde içimde çocukluğumda Luna Parka gittiğimde duyduğum sevinç vardı.

Benim bindiğim balonda 16-18 kişi kadardık. Ve çoğunluğu yabancı turistler oluşturuyordu. Pilotumuz, “İlk uçuşta rüzgar yoktu. Havalandık, bir saat havada durduk ama aynı piste indik.  Sizler çok şanslısınız, çünkü rüzgar çıktı” dedi.  Gerçekten de rüzgarın etkisiyle kızıl vadi dahil bölgenin her bir tarafında uçtuk.  Düzlük alanlarda alçalıp, yamaçların kenarından, peri bacalarının arasından teğet geçtik.  İnsan yukarıdan bakınca, şımarık doğanın, afacan bir çocuk gibi asırlara meydan okuyan kaleler ve peri bacaları yaptığını ve bunları oya gibi işlediğini daha rahat görebiliyor. Pilotumuzun, peri bacalarının üstünden geçerken “ha çarptık, ha çarpacağız” korkusunu, olaya heyecan katmak için yaşattığını tahmin ediyorum.  Çünkü tam iki peri bacasının arasına sıkışıp kalacağımız pozisyona geldiğimizde, ya da bir kayaya veya yamaca çarpacağımızı sandığımızda, bölgeyi gökyüzünde kuşbakışı görebilir yükseklikte buluyorduk kendimizi.

Bulunduğumuz bölgede sayılamayacak kadar çok pist yapılmış.  Balonların biri inerken diğeri kalkıyor.  Bir saatlik uçuştan sonra, kalktığımız pistten (sanırım) bir kilometre ilerideki bir piste indik.  Çünkü rüzgar bizi canının istediği yöne götürmüştü.  Balondan inince hemen şampanya ikram ediyorlar.   Bu Fransız'lardan kalma bir ritüelmiş (Hikayesini anlattılar). Sonra da uçuş sertifikalarımızı verdiler.

6 gün hiç televizyon açmadım.  Bilgisayarın düğmesine dokunmadım. Ve de hiçbir gazete ve dergiye el sürmedim.  Hepsi vardı; ama, birine dokunursam bütün sihir bozulacak gibi geliyordu. Hep medeniyet denilen şeyin bizleri sevgiden, benliğimizden ve insanlıktan uzaklaştırdığını düşünürdüm.  Doğanın doğallığında zamanı tersine yaşayınca, bu görüşüm iyice pekişti.   Dönüş için otobüse bindiğimde, beynimde sadece Taşkonaklarda yaşanmış, günümüzde “sıra dışı” denilen günlerin ve gecelerin anıları vardı.  Hani insanların çoğu, dünya gözüyle gidip görülecek yerlerin listesini yaparlar ya; bence listelerinin ilk sıralarına “Kapadokya” ve parantez içinde de“Taşkonaklar” diye yazmalılar.  Gerçekten görülmesi ve yaşanması gereken bir yer.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Köşe Yazıları Haberleri