YARIM KALAN DEVRİM

Zeki SARIHAN
Kurtuluş Savaşı’nın 100. yılında, ezberlenmiş sloganları tekrar etmek yerine, onun temel özellikleri hakkında tahliller yapmaya sıra gelmiş olmalı.
Öncelikle bu savaşın Türkleri tarih içindeki uzun yürüyüşlerinden hangi aşamayı temsil etini saptamalıyız.
Selçuklu ve Anadolu Selçuklu gibi Osmanlı Devleti de Türklerin yönetimindeydi ancak bunlar milli devletler değil, hanedanların yönettiği ve Türk olmayan unsurların memleketlerini de içine alan imparatorluklardı. Savaşların amacı, başka milletlerin yaşadığı toprakları onların elinden alarak veya daha önce ele geçirilen toprakları elde tutarak imparatorluk hazinesinin kaynaklarını güven altına almaktı. İmparatorluk topraklarına “vatan” değil “mülk” deniyordu. “Millet” ise din topluluklarına verilen addı.
Dünyayı kasıp kavuran Fransız burjuva ihtilali, diğer milletler gibi Osmanlı imparatorluğunda yaşayan milliyetleri de derinden etkiledi ve her millet imparatorluktan ayrılarak kendi devletlerini kurma çabası içine girdi. Bu akım Türkleri de içine almakta gecikmedi. Gene de Namık Kemal’deki “vatan” kavramı henüz Osmanlı imparatorluğu topraklarını ifade eder.  Millet ise bu imparatorluğun uyruğu olan herkesi.
İMPARATORLUĞU YAŞATMA ÇABALARI
20. Yüzyılın başlarında bu vatan ve milletin neleri kapsadığı konunda üç akım uç verdi. (Tarık Zafer Tunaya, bunların her biri için kitap yazmıştır.)
OSMANLICILIK: Hâlâ çok milliyetli ve çok dinli bir imparatorluğun yaşayabileceğini umuyor, dağılmayı önlemek için reformlara umut bağlıyordu. Bu reformların başında meşrutiyet ve onun gereği olan anayasanın ilanı idi. Her milliyetin temsil edileceği 1876 Meclisi Mebusan bunun ürünüdür. Gerçekte imparatorluğun yaşayabilmesi için tek çözüm bir federasyondu ama bunun fikrî alt yapısı hazır olmadığı gibi, İkinci Abdülhamit bu Meclise de tahammül edemeyerek onu dağıttı ve 1878’den 1908’e kadar ülkeyi tek başına yönetti.
1908 Meşrutiyet Devrimiyle, imparatorluktaki “unsur”ların demokrasi içinde birlikte yaşayabileceği umudu yeşermişse de bu kez iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki zihniyeti, milliyetleri bir arada tutabilecek bir yapıda değildi.
İSLAMCILIK: İkinci Meşrutiyet’te ortaya çıkan çözüm önerilerinden biri İslamcılıktı. Müslüman olmayan unsurların imparatorluktan ayrılması mukadder görülüyordu. Öyleyse, Müslüman Türkler, Araplar ve Kürtler, bir devlet halinde yaşamalıydılar. Bu akımı savunanlar, dini (hatta mezhebin) toplulukları bir arada tutabileceğini sanıyorlardı. Oysa kendi milli devletlerini kurma akımı din ve mezheple sınırlı olmaksızın bütün milletleri etkisi altına almıştı.
TURANCILIK: Arapların da elde tutulamayacağını görenler İkinci Meşrutiyet’te Turancılık akımını ortaya attılar.  Bütün Türkler tek bir devlet altında birleşmeliydi. Türk asıllı toplulukları büyük kısmı Çarlığın egemenliği altındaydı. Böyle bir plan Çarlığın rakibi Almanların da işine geliyordu. İmparatorluk Almanların yanında savaşa girerse geniş bir Türk devleti kurulacaktı. Çarlık yıkılsa ve Orta Asya Türkleri serbest kalsa bile, bu toplulukların coğrafi uzaklık ve yüzyılların biçimlendirdiği farklılıklar nedeniyle Türkiye Türkleri ile birlikte tek bir devlet çatısı altında birleşemeyeceği hesaba katılmadı.
BAĞIMSIZ TÜRKİYE CUMHURİYETİ: Birinci Dünya Savaşı, hem İslamcılığın hem de Turancılığın iflası ile sonuçlandı. Öyleyse gerçekleşmesi mümkün başka bir proje gerekliydi. Bu proje, Anadolu’da bağımsız bir Türk devleti kurmaktan ibaretti. (Bu projede Kürtlerin yerini ayrıca ele alacağım). Kurtuluş Savaşı’nda gerçekleştirilmesi için uğraşılan proje Millî Devlettir. Öte yandan bu devlet artık mutlakıyetle yönetilemezdi. Türkler Abdülhamit döneminde uzun bir ara verilmiş de olsa parlamenter sistemle tanışmışlardı. Hatta Sultan Reşat’ın başta bulunduğu yıllarda (1909-1918) Padişahın yetkileri, nerdeyse İngiliz kralının yetkileri kadardı. Türkiye’de cumhuriyet, gerçekte TBMM’nin açıldığı 23 Nisan 1920’de kurulmuştur.
Kurtuluş Savaşı’nın ideolojisi içinde başlangıçta “millî hâkimiyet” vurgusu yapıldıysa da bu hanedanı dışlayan bir niyetten kaynaklanmıyordu. Fakat Padişah’ın düşmanın basit bir aleti olarak hareket etmesi ve Kuvayı Milliye’ye düşmanlık yapması sonucu onun sonunu getirdi ve zaten artık zamanı gelmiş olan Cumhuriyet’e geçişi kolaylaştırdı. Kurtuluş Savaşıyla büyük bir prestij sağlayan kadrolar, egemenliği sembolik de olsa hanedana devredemezdi. Meclis, 1 Kasım 1922’de zaten İstanbul’a bile hükmetmekte aciz olan Padişahlığı kaldırdığını ilan etti. 
MİLLÎ DEVRİM: Ülkenin bağımsızlığını hedefleyen devrimdir. Ancak bu demokratik bir devrimin bütün unsurlarını kapsamaz. Demokratik devrim olabilmesi için ülkeyi seçilmiş bir meclisin yönetmesi de yetmez. Toprak ağalığı başta olmak üzere feodal yapının tasfiye edilmesi, kitlelerin özgürleşmesi gerekir. Kurtuluş Savaşının programı içinde böyle bir hedef yoktur. Bunun nedeni, milli devrimi yapacak sınıfların henüz güçlü olmamasıdır. Bu savaşa önderlik yapan milli burjuvazi zayıftır ve zaferde taşralı unsurların da (ağa, tefeci, esnaf, ruhban) payı vardır.  Millî burjuvazi, savaş yıllarında (1920), kısa süren bir tereddütten sonra emekçilerle ittifak yapmak yerine bu unsurlarla ittifakı tercih etmiştir. 1920’de çok güçlenmiş olan solculuk aydınlarla sınırlı kalmış, bunun kitlelere bulaşması engellenmiştir, Zaten işçi sınıfı güçsüz, köylü kitleleri ise örgütsüzdür. Savaş sonunda iktidardan uzaklaştırılan komprador burjuvazinin yerini İkinci Dünya Savaşından sonra bu yeni burjuvazi almıştır.
Sovyet devriminden sonra Uzak Doğu devrimcileri tarafından teorileştirilen ve 1960’lardan sonra Türkiyeli devrimciler tarafından da savunulan “milli demokratik devrim,” işçi sınıfı önderliğine emperyalizmin ve toprak ağalığının tasfiyesi ve kesintisiz olarak sosyalizme geçmeyi hedefler. Türkiye devrimcileri 1968’lerde bu hedefe yaklaşmış iseler de emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından şiddetle ezilmişlerdir. Böylece yarım kalan millî devrimin demokrasi ve halkçılıkla tamamlanması engellenmiştir.