Köy Öğretmenleri

Zeki SARIHAN

Cahit Külebi, en güzel şiirlerinden birini neden “Köy Öğretmenleri” üzerine yazdı.  “Yurdumuz uçsuz bucaksız”dı, “gökte yıldız kadar köylerimiz var”dı. “Ama uzak, ama harap ama garipsi…” idiler. Her sabah kuşlar gibi çocukların uçtuğu köy öğretmenleri, “kara göklerin yıldızları” idiler. “Düşe kalka”, yiğit”,  “ama umutlu” yurdumuzu “sabaha kadar ışıt”malıydılar.

Türk şair ve yazarları, köy öğretmenliğine özel bir önem verdiler. Ülkenin feodal üretim ilişkilerinden kapitalizme geçmesi, üst yapıda din bağnazlığından kurtularak kentlerde daha yaygın pozitif bilim ışığıyla aydınlanması için canla başla çalışacak elemanlara ihtiyaç vardı ve bu köy öğretmeniydi. 

Öğretmenlik şiirleri antolojilerinde bu konuda pek çok şiir yer alır. “Ceyhun Atuf Kansu da bu amaçla “Köy Öğretmenine Mektuplar”ı kaleme almıştı.

Bizde Köy Öğretmenliği, 1940’lı yılların, özellikle, 1936’da açılan Eğitmen Kursları, 1937’de açılan Köy Öğretmen Okulları’nın, özellikle de 1940’ta kurulan Köy Enstitülerinin ürünleridir. 

İlk Öğretmen Okulu 1848’de ortaöğretime öğretmen yetiştirmek amacıyla açılmıştı. Daha sonra bu okullara ilkokul öğretmenliği dersleri konulmuş olsa da okulculuk ve öğretmenlik kentlerin eğitim ihtiyacını karşılamak amacındaydı. Çünkü sanayileşmiş Batı’dan aktarılmış bir model üzerine kurulmuşlardı. 40 bin köyün pek azında okul vardı. 1940’tea Enstitüler Kanununun görüşüldüğü birleşimde Hasan Ali Yücel’in açıkladığı rakamlara göre Türkiye’nin yüzde sekseni köylerde otururken, köyde yaşayan nüfusun ancak yüzde 25’i ilköğretimden yararlanabiliyordu. Buna yararlanmak denilebilirse…  Öğretmen Okulu mezunları köye gitmek istemiyor, gönderilenler de köyün yaşama zorluklarına dayanamayarak kısa sürede köyü terk ediyorlardı. 

Eğitmenlik ve Köy Enstitüsü sitemi, Türk eğitimcilerinin geliştirdiği çok önemli kuruluşlardır. Kentte doğup büyümüş çocuklar, köy hayatına yabancıydılar ve köy koşullarında verimli olamıyorlardı. Bu nedenle köye öğretmen olarak yetiştirilecek olan çocuklar köyden seçilmeli, köyün ihtiyaçlarına göre yetiştirilmeli, atandıkları köyden kaçmalarını önlemek için köyde 20 yıl hizmet etmeleri zorunlu kılınmalı, yalnız kültürel bakımdan değil, köyün ekonomik koşullarını da değiştirecek bilgilerle donatılmalıydılar. 1914’te Kastamonu mebusu İsmail Mahir Efendi’nin ortaya attığı ve bazı eğitimcilerin de dile getirdiği bu proje, ancak 1936’da Eğitmen yetiştirerek uygulanmaya konulabilecekti. 

Bu proje, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’ye Batı’dan büyük bir teknoloji ve sermaye ihracını öngörmeyen bir projeydi. Kalkınma köyden başlayacaktı. 

Gerçi Köy Enstitüleri, CHP’nin sağ kanadı ve onu izleyen Demokrat Parti zamanında iktidarların hedefi oldu ve klasik öğretmen okullarına dönüştürüldü ama enstitü programlarına olan ihtiyaç da köy ve şehrin ekonomik olarak bütünleşme süreci içinde azaldı ve giderek yok oldu. Nüfus kentlere akın etti. Tarım makineleşti. Meslekler çeşitlendi. Köyde bütün işlerden anlayan tek bir önderin yerini, çeşitli meslek mensupları aldı. Artık öğretmenin hem sağlıkçı, hem tarımcı, hem veteriner olması mümkün değildi.

Köy öğretmenliğinin Türk şair ve yazarının gönlünde ayrı bir yer tutmasının nedeni, onun şimdiye kadar kimsenin yapmaya yanaşmadığı ve nasıl yapılacağını da bilmediği köyü değiştirme görevinden kaynaklanır.

Son 30-40 yıla kadar Türkiye’de köy ile kent arasında korkunç bir uçurum vardı. Bu farklılık köy öğretmeni ile kentlerde görev yapan öğretmenler arasında da görülüyordu. En baştan köy öğretmeni çamur çiğnerken kentteki öğretmenin ayağına çamur değmeyebiliyordu. Köy öğretmenleri, genellikle yaya bazen at sırtında iki günlük yolculuktan sonra ulaşabildikleri kente ayda bir maaşlarını almak için iniyorlardı. Kentteki sinema, tiyatro gibi herhangi bir etkinlikten yararlanmaları mümkün değildi. 

Öğretmenlerin örgütlenmelerinin serbest olduğu dönemlerde öğretmen derneklerinin kurucu ve yöne yöneticileri tamamen kent ve kasabalarda görev yapan öğretmenlerdi ve köy öğretmenlerinin bu topluluğa katılmaları mümkün değildi. Hatta kent öğretmenleri tarafından yadırgandıkları görülmüştür. Sonradan Eğit-Der başkanlığı yapan Köy Enstitüsü mezunu Ali Bozkurt, 1940’lı yıllarda Kayseri Öğretmenler Derneğinde nasıl hor karşılandığını 12’den 12’ye adlı kitabında anlatır. 

Başını Köy öğretmenleri mezunlarının çektiği Köy Öğretmen Dernekleri 1946’da örgütlenme hakkı çıktığını izleyen yıllarda bu nedenle kurulmuştur. Onların enerjileri, düzenle uzlaşan ve lokalcilikten başka bir şey yapmayan öğretmen derneklerinde etkin olmalarını sağlamış, Türkiye Öğretmen Dernekleri Federasyonu, Enstitü mezunu öğretmenlerin yönetimine geçmiştir. Enstitü mezunu öğretmenler 1950’lerin sonlarında artık kentlere inmeye başlamışlardı. 1965’te kurulan Türkiye Öğretmenler Sendikasının başkanı Fakir Baykurt, 1968’de Türkiye Öğretmen Dernekleri Millî Federasyonun da başkanıdır. Kısa süre sonra Federasyon kendini feshederek TÖS’e katılmıştır.

Kişisel gözlemlerim: Ben İlköğretmen okulundan 1964’te mezun oldum ve Konya’nın bir köyüne atandım. Köyde tek öğretmendim. Çalıştığım köy, Konya Ereğli kara yoluna iki kilometre mesafedeydi. Hafta sonlarında kasabaya inme imkânım vardı. Öğretmenler Derneği’nin kongresine katıldım ve idealist bir öğretmen olarak kongrede yaptığım önerilerden ötürü, derneğin denetleme kuruluna yedek üye seçildim. Bir köy öğretmeninin dernekte alması mümkün görev ancak bu olabilirdi. Elimde köyün çehresini değiştirecek araçlar ve yetki yoktu. Bir yıl içinde ancak birkaç köylüye okuma yazma öğrettim. Hiçbir ağacın bulunmadığı köye ilçe tarım müdürlüğünden getirterek diktiğim fidanların ise yazın sulanmadıkları için kuruduklarını ertesi yıl öğrendim.  

Öğretmenliğimin ikinci ve üçüncü yıllarında Karadeniz Bölgesinde çalıştığım köy kasabaya 10 kilometreydi. Hafta sonlarında kasabaya inme imkânım vardı ve Öğretmenler Derneğine de uğruyor isem de buradaki hava köy öğretmenlerine yabancıydı. Öğretmenler genellikle burada oyun oynarlardı ve dernek yöneticileri de onlardan olurdu. Akşam olunca herkes evine giderken bir köy öğretmeni gece kasabada kalacaksa ya bir akraba evine ya da otele gitmek zorundaydı. 

Öğretmenler artık tek tek köyleri kalkındırma çabası yerine köyleri sömürüye karşı uyandırma ve hakları için mücadeleye sevk etmeye çalışmalarıydılar. Bu ise devletin yıllarca sırtını sıvazladığı “idealist öğretmen” tipolojisine uygun değildi. Baykurt’un “Onuncu Köy” kitabına konu ettiği sürgün geldi. 

Günümüze gelince: Köy nüfusunun kentlere akın etmesi nedeniyle köy nüfusu çok azalmıştır. Köylülerin bir kısmı yazları köylerine gitseler bile öğretim dönemini, biraz da çocukların eğitimi nedeniyle kentlerde geçiriyorlar. Köy okullarına devam edecek öğrencilerin sayısı çok azalınca, köy okulları kapatılmış, öğrenciler taşımalı eğitime alınarak merkezî köy veya kentlerdeki okullara taşınmaya başlanmıştır. 

Aydınların içinde azımsanamayacak sayıda bir bölüm, bu gerçeği kabullenemiyor, köylerde okulların işlevsiz kalmasından yakınarak köy okullarının yeniden açılmasını istiyor. Bu aydınlar, bir öğretmen köyde görev alırsa köyde aydınlanmanın da bekçisi olabileceğini sanıyorlar. Oysa artık köye göre öğretmem yetiştiren bir sistemimiz yoktur. Öğretmenin, çocuklara öğretmenlik yapmaktan başka köylüler için bir görev yüklenmesi mümkün değildir. Seyrek de olsa, bir köy okulunda görev yapan öğretmen dersi biter bitmez arabasına atlayarak evinin bulunduğu kentin yolunu tutmaktadır.

Öte yandan,  okul çağında 15-20 çocuğu olan bir köye her branştan öğretmen göndermek mümkün olamaz. Bu 15-20 öğrencinin bir kısmı dört yıllık ilkokul çağında ise, bir kısmı ortaöğretim çağındadır ve görecekleri dersleri ayrı branş öğretmeni vermek zorundadır. 

Kısacası, 1930’lu, 40’lı, hatta 50’li yılların köy öğretmenleri, zihnimizdeki saygın yerini koruyor ama günümüzde bir köy öğretmenliği zümresi yaratmak mümkün değildir. Bazı aydınlar gerçeklerle değil, anıları ve hayalleriyle yaşıyorlar… (24 Kasım 2021)