Öykü
Sabahçı kahvelerinde çalışmak askerlikte nöbet tutmaktan daha zordur. Sabah ezanı okunmadan o güzel uykumdan kalkıp, karda kışta çocuk başıma kahveyi açardım. Karanlıkta bembeyaz karlar üstünde korkak adımlarla nasıl gittiğimi ben bilirdim.
Şefik'in kahvesinde çalıştığım yıllarda, yine erken kalkar, kahveyi açar, ocağı yakar ve çay suyunun kaynamasını beklerdim. Su kaynayana kadar da yerleri süpürür, masaları silerdim. Sabah namazı için camiye giden cemaat dağılana kadar çayın hazır olması gerekirdi.
Şefik zavallı bir insandı. Canla başla evinin ekmeğini kazanmaya çalışırdı. Ben de onun yanında zevkle çalışırdım. Kendi işyerimmiş gibi her gün bir bardak daha fazla çay satmanın yollarını arardım. Günde en az 500 bardak çay satardım. Yuvarlak plastikten markalarımız vardı. Kaç çay satıldığı ve ona göre topladığım paraların hesabı belli olsun diye 100 adet markayı cebime koyar, her çay siparişi verdiğimde, o kadar markayı Şefik'e verirdim. Aldığım 100 marka bitince Şefik yeniden 100 marka verir ve tahtaya tebeşirle bir çizik atardı. Her çizik, verilen 100 markayı gösterirdi. 5 çizik, 500 çay satıldığını gösterirdi. Her gün belirli müşteri geldiği için, çizik sayısı aşağı yukarı bellidir zaten. Sadece 500'ün altında ya da üstünde ne satıldığını öğrenmek için cebimde kalan markaları sayar, hesabı görürdük.
Böyle çalışıp giderken, bir gün işyeri sahibi , işyerini bundan böyle kendi çalıştıracağını söyleyerek, Şefik'e en kısa zamanda çıkmasını söyledi. Şefik üzüntüden ne yapacağını şaşırmıştı. Kış günü, nereye gidecektik? Zaten aldığımız para günlük giderleri ancak karşılayan az bir paraydı. Ben de üzülmüştüm. Her gün 5 lira alıp aileme veriyordum. Ama kendimden çok Şefik'e acıyordum. Çünkü 3 çocuğu, eşi ve kendisiyle 5 kişilik bir aileyi geçindiriyordu.
Şefik birkaç gün yeni dükkan aradı ama bulamadı. Dükkan sahibi de hemen çıkmamızı istiyordu. Yakınlarda bir yer bulmamız lazımdı, çünkü elimizdeki müşteriyi de kaptırmamamız gerekiyordu. Öyle hemen müşteri bulmak çok zordu. Yıllarca uğraşmak gerekiyordu müşteri edinmek için.
Çalıştırdığımız kahvenin hemen 10 metre karşısında belediye tuvaleti vardı. Tuvaletin damı yolun bir metre yukarısına geliyordu. Dam düz olduğu için, yeni dükkan bulana kadar burayı işletmeyi önerdim. Hem de müşterilerimizi kaybetmemiş olurduk.
Şefik bu önerimi sevinçle karşıladı ve aynı gece taşındık. Zaten hemen karşıda olduğu için, taşımak pek zor olmadı eşyaları. Gece sabaha kadar yeni işyerini hazırladık ve sabah hiç bir şey olmamış gibi müşterilerimize taze taze çayları götürmeye devam ettik.
Ben işimizi kaybetmediğimiz için zevkle çalışıyordum. Birkaç gece eve bile gitmedim. Çünkü eşyalar açıktaydı ve çalınabilirdi. Şefik de hem çalışıyor hem de yeni dükkan arıyordu. Ertesi gün, eski işyerinin sahibi beni çağırdı ve 6 lira yevmiye vereceğini söyleyerek, kendi yanında çalışmamı söyledi. Ben hiç düşünmeden teklifi geri çevirdim. Çünkü Şefik yoksuldu ve bir yoksulu, içinde bulunduğu zor durumdan kurtarmak gibi onurlu bir görevi üstlenmiştim, kimselerin de pek haberi olmadan.
O taşınma telaşesi içinde çayların markasını bile almaz olmuştum. Çünkü Şefik kendi derdinde koşuştururken, markayla falan uğraşmak aklına bile gelmiyordu. Ama dedim ya ben kendime yüklediğim o onurlu görevin gerektirdiği şekilde sattığım her çayın parasını hiç şaşmadan Şefik'e veriyordum. Onun ailesi aç kalırsa üzülürdüm çünkü. Kendi 5 liralık yevmiyemi bile bir kaç gün almadım. Şefik'in ne bu 5 liralık yevmiyemi almadığımdan, ne bana teklif edilen ve hemen orada geri çevirdiğim 6 liralık yevmiyeden ve ne de bir kuruşuna dokunmadan kendisine tam tamına teslim ettiğimden haberi bile yoktu. Ne verirsem "Allah bereket versin!" deyip cebine atıyordu.
Şefik bir gün sevinçle geldi kahveye. Yeni bir dükkan bulmuştu. Aman ne sevindik ne sevindik. Hemen ertesi günü yeni dükkana taşındık. Bir de yeni garson tuttuk. Çünkü ben dışarıya, dükkanlara çay taşıyordum. Yeni tuttuğumuz Ahmet de içerideki müşterilere çay verecekti.
Ama bu yeni dükkanda da, yine ben o kış soğuğunda sabah ezanından önce kalkıp, işyerini açıyor, çayı demliyordum. Kendi işyerimmiş gibi zevkle çalışıyordum. Sabah namazından çıkanlara çay yetiştirmek telaşıyla, acele acele bardakları yıkarken, sağ elimin orta parmağını kırılan bardağın camı kesmişti. Parmağım ha düştü ha düşecek tam orta yerinden. O anda bile elimin kanı dursun diye bağladım ve kimseye söylemeden çayları dağıttım. Gün ışıdıktan sonra da sağlık ocağına gidip dikiş attırdım.
O gün izin bile almadan çalışmaya devam ederken, bir de baktım ki markalarla ilgili hesabı gösteren tahtaya bir çizik fazla atılmış. Yeni işe aldığımız Ahmet bakıyordu o gün marka hesabına. Ben hemen Şefik'e dönerek, bu fazla yazılan markanın silinmesini istedim. Gerçi her gün ne satıldığı aşağı yukarı belli oluyordu ama yine de silinmesini istedim. Ne olur ne olmaz belki ben yanılmış olabilirim diyerek kendimce acele bir hesap yaptım. Sonuç bildiğim gibiydi. Bu yaptığım hesabı da söyledim Şefik'e. "Ne yazılmışsa doğru olan odur" dedi Şefik. Yani hem fazla yazılmış hem de hesap yapmama karşın, bana inanılmamıştı.
Hemen o dakika, o saniye peştamalımı çıkardım. Paraları teslim ettim. O günkü yevmiyem, fazla yazdıkları markalardan daha çok olmasına karşın , onu da almadım ve büyük bir şokla kahveden ayrıldım.
Bir iki gün gezdikten sonra, Hınıslı Fevzi Abi'nin kahvesinde 8 liraya iş bulmuştum.
Bugün hala parmağımda Şefik'in kahvesindeki yıkadığım bardak camının kestiği yaranın izi vardır. Yıllar sonra baktığımda parmağımda hala duran yara izi değil de, yüreğimin bir yerlerinden çıkıp gelen duygular acıtır beni!